uzun süredir oldukça izole bir hayat yaşadım. izole olduğum şey elbette dünya değildi ama sosyal hayattı diyebilirim. akademik hayatın omuzlarıma yüklediği o taşınmaz yükü taşıyabilmek adına kitaplarımdan uzun süre ayrı kaldığımdan olsa gerek, tatile çıkınca kendimi sayfalarda yitirdim. bir ay gibi kısa bir süre içinde 10 kitap bitirdim ve bunların biri beni hayatımın kitabı olarak nitelendirdiğim ölmeye yatmak kadar etkileyen kırkyedililer oldu. Fürüzan'ın 1947 doğumlu 68 kuşağını anlattığı eser 12 Martı, karakolları, kampüsleri, evleri anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda Türk Modernleşmesine de eleştirel bir bakış getiriyor. bu kez, beni etkileyen kısa alıntılar yapmak yerine, kırkyedilileren olmayan bit kitap kahramanı olan iclal öğretmenin beni oldukça etkileyen, üzerine uzun uzun düşündüğüm hikayesini paylaşmak istiyorum.
keyifli okumalar dilerim!
"-
Şimdi sizden iyi olmasın Saide öğretmenin bana
söylediklerini tekrar tekrar anlatacağım. Dedi ki; siz bana demek ki içimize
almamamızı, sevmememizi istediğiniz bir insanın suçluluğunu ispata geldiniz.
Dedikleriniz doğru bile olsa, Lamia Hanım, aslında suç yok ortada. Asıl suçlu
olsa olsa adamla karısıdır diyorum. Onların bile bu yargıma hak kazandıklarına
yürekten inanamıyorum. Yine de kadını alalım, kocasını seviyorsa nasıl böyle
adileşebiliyor. Erkekse malum, sevmeyi kolay iş sanmış. Oysa değil. Katiyen
değil. İclal kızıma gelince düşünün kızım diyorum ona. Yürekten sevmiş adamı.
-
Aa... yani yürekten sevmek her şeyi bağışlatmaya yetecek
bir sebep mi?
-
Ben de ne diyeceğimi şaşırdım. Baştan aldım konuşmayı.
Yılmadan, çok güvenilir bir kişiliği olamayabileceğini Saide öğretmene
anlatmaya çalıştım.
-
Ne dedi? Birazcık olsun bize hak verdi mi?
Yok. Lamia Hanım dedi, İclal kızım bana birçok geceler
anlatmıştır. Sustuğunda ben zorla konuşturmuşumdur. Adeta benim de yaşadığım
bir hayat hikayesi olmuştur bu. Size de anlatayım da kadın olmak vecibesiyle
yeniden düşünün. “Yüreğim yerinde değildi, Saide abla,” demişti. “Uçuyordum.
Öğrendiğim, öğretilen herşeyi onunla paylaşmak istiyordum. Cemiyetimizin bir
genç kızda en değerli saydığını ona verdim. Asıl değerin bu olmadığına inanması
için. Bağını göğsüme dayayıp ağladı. Bir erkeğin ağlamasına ilk tanıklığımdı.
‘Biz yarım adamlarız İclal,’ dedi ‘Serüveni sevgiyle, sıkıntıyla, acıyla
karıştıran adamlarız.’ Sonra işte Saide abla karısı polislerle çıkageldi. Nasıl
utandım. Utancımı anlatacak söz yok. Eriyip yok olacağımı sandım. Üstelik bir
de süslenmişim ki. O odada bakınıp duran polislerle benim süslerim daha da
gülünçleşmişti. Başka bir şey değil. Her şey bir anda acıklı; bayağı, gülünç
olmuştu. Evli olduğunu bilmiyordum. Bilseydim yine severdim, yine kendimi
bırakırdım ona. Nasıl da uydurulmuş bizim yetiştirildiğimiz dünya. Yoksa biz de
mi yeterince hazırlanamadık devrimlerin getirdiğine. Ben mutlu sayılacak bir
evde yetiştim. Mühürdar’daki ahşap evimizin orta katında bana ait kadife
kanepeli, kanarya kuşlu bir odam vardı. Pancurlarını her başlayan güne açmadan
önce birileriyle el ele verip Anadolulu insanlarımıza yardım edebileceğimiz
duygusunun, düşüncesinin bayram arifesindeydim. Seçilecek meslek dalı konusunda
bizim gruptaki gençler için öğretmenlik en gözdeydi. Nutukta ne diyordu Gazi:
‘Ey Türk gençliği, muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’
Öğretmenlikti amaç. Her şey öylesine ak
bir kağıt lekesizliği taşıyor ki, biliyorsunuz Saide abla alaturka müzikten
nefret etmekle ilerici sayılmanın eş anlam taşıdığı dönemden geçiyorduk. Oysa
babam santur çalardı. Bu çalgya eş olarak klavsen’in doğulusu dense yeridir.
Serverdim de dinlemeyi. Bach’a, Beethoven’e dönerken Itri’yi unutmuştuk.
Çocukluğumun camilerinden birinde saraylı ninemle gittiğim bir teravi namazında
uyuyakalmıştım. Kulağıma gelen Selatün duasının anlatılmaz görkemiyle uyandım.
Oysa her müziğin kendi öz gücünü burda, bu dağlarla çevrili Erzurum’da yie
anlıyorum. Ankara’da konserler, tiyatrolar, resim sergileri; İstanbul’da
turneye gelen en seçkin Fransız tiyatrocuları, beş yıllık sanayii planları,
demir yollarının uzandığı her yurt köşesinde yapılan göğüs kabartıcı törenler,
‘Dağ başını duman almış’ marşını söyleyen on binlerce ülkücü genç, Atatürk’ün
güzel, onurlu sarışın başı. Ah Saide
abla, vücudumun zorla zapt ettiği bir inanç, güven taşkınlığıydı Cumhuriyet
benim için. Çağlayan, fışkıran, zorlayan ışık çağlayanları sarıyordu dört
yanımızı. İnanıyorduk. İnanmanın yetmediğini artık anladım. Önemli olan artık
bilmek. Ankara’da tanımıştım onu. Sağlam, güvenli, ne saklayayım güzel bir
erkekti. El yordamıyla değil, her şeyi konuşarak yaklaştık birbirimize. Bir gün
bana ‘Anadolu zaferinin sonuçlarını savaşılan yerlerde de görmek gerekeri İclal’
dedi. ‘Bu yerli malı kullanma haftaları, bu tutum haftaları, bu karamela
sloganları bir ilkokul müsameresi gibi geliyor bana,’ dedi. Çılgınca
öfkelenmiştim o zaman. Sonra Erzurum’a gelirken tren yolları boyunca gördüğüm
upuzak sessiz insanlar, marşlarımızın ulaşamadığı dağlar, keçi yolları, enez
otlar sevgimin niye gittikçe çıkmaza girdiğini gittikçe kafama dank ettirdi.
Bizim temelimiz yok Saide abla. Burda Erzurum’da gördüklerimin, yaşadıklarımın
esintisi bir santur seesindeki kuytu iyileştirici derinlikler gibi sardı içimi.
Yurdum için yeterince çok şey bilmediğimi anladım. Bilseydim kendimi daha kunt
yapma hazırlığım olurdu. Değişen setini yıkan o büyük gürleyiş nereye
harcanmış, dağılmıştı. Bizi öğretmen
yaparlarken neyi eksik ya da fazla anlattılar. Biz kendimizi niye bu kadar
önemli, başarılı saydık?..” Bakın Lamia Hanım, İclal öğretmenin bir dine
her şeyiyle adanmış bir insanın tapınak yaptığı herhangi bir ağacı ayaç olarak
görünce, “Bu muydu o?” demesine benzer bana anlattıkları. Siz de bunu
anlayabilirsiniz sanırım. “Kadın olmanın artık mutluluk sayılabileceğini
öğretmişlerdi bize, doğruydu da,” derken ağlıyordu İclal kızım. “Yeni
kadınlardık biz Saide abla. Oysa karakolda karısı işaret parmağıyla beni
gösterdi. ‘Kadın odur, o suçlu,’ dedi. Sevdiğimin karısı köleliğini açıkça öne
sürüyordu. Canım adam, çılgına dönmüştü çekip giderken ‘Odur suçlu’ diyordu
karısı hep durmadan, ‘kadındır madem.’ Nasıl bir ezilmişlik bu Saide abla?
Nasıl bir yenilmişlik, nasıl bir kırnazlık?.. Köle, ezilmişliğiyle ezeni
bağlıyordu kendine. Yarı aydınlatılmış bir yerde saatlerce bekledim. Her şey
bir uğultuydu. Hiçbir şey duymuyordum. Silkinip de, oradakilere gidebilir myiim
diye sorduğumuzda işinis çoktan bitti dediler. Caddelerde sabaha kadar
dolaştım. Hani derler ya ağlarsa açılır diye. Yoo... öyle katı, kuru ben
değilmişim gibi. Utanmamı, odanın kapısı açıldığında ateşten bir doluğun
ciğerlerimi dağlayışını, sonra örtüyü her yanıma sarmak için gösterdiğim gülünç
çabayı ve birden her şeyden cayıp garip bir usluluklar bir şey yapmadan
duruşumu, soğuklukla düşündüm. Anadolu’nun bir yanlarına, en uçlardaki bir
yanlarına gitmeyi kurdum. Okuldan diplomamı aldığımda da aynı düşüncedeydim.
Ankara’da kalmamı istediklerinde yıllanmış alışkanlıklarıma sırt dönemedim
demek. Eğitimimize insanımıza orda da çok yararlı olacağıma inandırdılar.
Üstelik ben de inanmaya hazırmışım. İstanbul’dan sonra Ankara bana daha da
kolay geldi. Ortalara toplanmış kolaylaştırılmış bir kentin gidiş gelişi,
çevrede aynı katın okumuş insanları, asri olmanın zorunlu hoşgörüsünün bir genç
kıza verdiği çarpıcı yeni davranışlar, arı gibi kaynayan yurdun dört bir
yanından gelmiş kentlilerden oluşan, bir insan selinin Ankara’nın eski
bölümlerini dikkatlerden silişi, inşaatlar, planlamalar, yatırımlar... yepyeni
denenmemiş olduğundan kimsenin kuşku duymadığı bir gidiş. Genç cumhuriyetimizin
genç insanlarıydık. Türkiye’nin dört yanına yayıldığımızda götüreceğimiz her
yenildi uygulayacak gücümüz olduğundan kuşkumuz yoktu. Beyinlerimizin
çalışmasını sanki karşılıklı duyuyorduk. Biz ulu önderin çocuklarıydık.
Okullarımızda bizden çalışkanlığa özendiren çoşturucu sözler. Bir büyük
bayramdı her şey bize. Ankara gibi kanımızca Türkiye’nin her yanı da bu
bayramdan payını alıyordu. Dalıp gitmiştim. Kimseninbir yalan dolan düşünüp bu
arınmışlıkla sunabileceğine inanmıyordum. Dedim ya mutlu bir ailenin kızıydım
Saide abla. Tökezlememiştim. Güzeldim. Sanırım yetenekliydim. O zina suçuyla
yakalandığımız gün, n’olur beni susturmaya çaluşmayın Saide abla, hangi
kelimeler kullanılıyorsa onlarla anlatacağız kendimizi. Kelimelerden mi
korkacağız yani. Bayram bitti. Hiç olmazsa benim için bitti. Ya siz? Siz bir acının olgunlaştığu
insanlardan değil misiniz? İnanmıyorum. Kocanızın sürgünde öldüğünü duydum.
Nerden? diye sormayın. Sinop kalebentliği ciğer mi koyardı adamda. Sürgün de
üstüne gelince işte... Alanlarda okunacak şiirler yazarmış kocanız, İzmir
İktisat Kongresinin hedeflerini açıklamış bir öğrenci toplantısında. Böylesine
şeyler olurken ben zina yaptım diyelim, n’olur yani? Musa, İsa ve Muhammed
peygamberlerden bu yana yapılmış zinalardan birine asıl suçlu kişi kadın olarak
ben işledim. Mutlu ailelerden sanıyorum ki şımarıkça, gördüğünden ötesinin
düşüncesine varamayan, irdelemeyen kişiler yetişiyor. Ben suçlandığımda başka
türlü taşlandım. İyi de oldu. Bayramın bittiğini öğrettiler. Ne iyi.. ne iyi...
tam yaşıma yaraşan düşüncelere yöneliyorum. Ulusaş bayram söylevlerinin
bakışından kurtuluyorum. Erzurum’dayım. Değil kadın erkek eşitliği, erkek
erkeğe, insan insana eşit değil Saide abla. Sizin Beethoven, Bach sevmeniz gibi
ben de artık türküleri çılgınca seviyorum. Coşkun yaradılışlıyım. Hep uçlarda
gezen bir kişiliğim var. Susun çocuğum, demeyin. Tam öğrendiğimde bağıracağım.
Bana arkamdan orospu dediklerini biliyorum. Önemli bir aile olduğundan
sakınılıp orospu denemeyen biriyim. Yok yok, korktuğum yok. Sizin yargınız en
önemlisidir. Siz gerçek acıyı taşıyorsunuz. Otuz yaşındayken bir çocuk bilinciyle
yaşamanın acılığını siz bilirsiniz ancak. İlk Erzurum yılımın şiddeli
yalnızlığından kurtuldum. Tutamaklarım yok sanıyordum. Var tatamak elbet. İnsan
insan içindir. İçimi sevgi çatlatıyor artık. Namus, dürüstlük, ülkücülük denen
şeylerin kalıplarını kırıp yeniden araştırıyorum. Annem beni geçirirken
Haydarpaşa’dan güzelim mavi gözleri erimişti günlerdir ağlamaktan. Onu o benim
kızımmış gibi kucakladım. Birden sevdiğimi gördüm. Kenarda bekliyordu. Saide
abla nasıl oldum biliyor musunuz. Onu en çok sevdiğimi sandığımda o andaki
kadar sevmemiştim. Onu sarıp binlerce defa öpmek, ardından gidip ölmek
istediğimi neyle engelledim, hala bilmem. Annem, ‘Sen miydin oğlum?’ dedi.
Eğildi elini öptü annemin. O dik alaycı adam yoktu ortada. Eziklikle,
teslimiyetle bekliyordu. ‘Evlenelim İclal’ dedi. ‘Annenizin de müsaadesini
alıp.’ Olur mu ya Saide abla. Siz söyleyin lütfen. Bir yalan, bir olmadık
gürültü, bir yırtılma, boşalma yaşadık birlikte. Ona abanan, eteğine yapışmış
olanlar vardı. ‘Tanımıyoruz ki birbirimizi’ dedim. ‘Ya da ben seni tanımıyorum.
Ben denildiğine göre ekonomik gücü olan, özgür bir kadınım ya, gücümün
sınırlarıysa bize öğretilen yerlere pek erişmemiş görünüyor. Sense mutsuzluğunu
her şeyi inkar etme haline getirmişsin. İkimizin eşitliğiyse çok tartışılır ya,
artık çok da önemli değil. Beni kadın yapan sensin. Bundan utanç duymuyorum.’
Annem, ‘yapma çocuğum, İclal’ciğim, kızım’ demişti. ‘Baban da ben de senin
mutluluğunu isteriz.’ Bir de dünya çok genişlemişti Saide abla, çok büyümüştü.
Öylesine küçük görünüyordu ki acım bana, ben de öylesine yırtıcı... Veda
etmeden gitti. Babam uğurlamaya gelmemişti. Bizi cumhuriyet kuşağı olarak böyle
yetiştirmemeleri gerekirdi. Baskın
gecesinden sonra tıkanıp kalmış olan ağlama duygum birden çözülüverdi, anneme sarılıp
ağlamaya başladım. Tam bir yenilme miydi bu? Bilemem. Yıkılmanın tanıklığını
kendim yapıyordum. Annem beni taşımaya çalışıyordu. ‘Böyle üzülecektin İclal,
gitmese miydin çocuğum?’ demişti. ‘Yok anneciğim,’ demiştim. ‘Uzak yolun
töresidir ağlamak.’ Tren kalktığında sanki yeni kişiliğimin kuruluşunu da
izlemeye başladım. Elbette Erzurum’da da bana kadar uzanacaktı koruma dilekleri
ailemin. Onları engellemeyi bilmemek de bana düşeceki. Artık otuza yaklaşan
yaşıma uygun bir büyük insan sorumluluğuyla her şeyi değerlendiriyorum. Siz ve
öğrencilerim varsınız. Tek çekindiğim, o da çok sevdiğimden, ev sagibim olan
kadının çocuklarının ve akrabalarının, bu baskın olayını yanlış
değerlendirmeleridir. Bu beni çok tedirgin ediyor,” diyerek yüzünü elleriyle
örttü. Okşadım onu. Bakın Lamia öğretmen, unutmamanız gereken şu: Kimselere
sezdirmeden yaptığımız çirkinlikleri, kötülükleri, hayvansı eğilimleri kendimiz
biliyorsak ve unutuyorsak namus meselesine bakışımızda da biraz daha olgun
davranmalıyız. Bunu unutmayın lütfen."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder